Arkeolojik Kalıntı

Arkeolojik Kalıntı

“Bu daktilo da beceremezse, siktir et, bu iş olmaz.”

Çocukken çoğu şeyi geç öğrenen bir insan olunca yetişkinliğinde her şeyi aklında tutmak için çok daha fazla tekrar, çok daha fazla not ve çok daha fazla cümle kuran bir insana dönüştüğünü anlıyorsun. Tekrar, tekrar ve yeniden tekrar. Okumayı ilk öğrendiğimde okuduğum ilk cümleyi çok net hatırlıyorum fakat kendi başıma ve birinin diktesi olmadan yazdığım ilk cümleyi hatırlayamıyorum.

Yazmak ile ilgili hatırladığım en net anı babamın müdür yardımcısı odasındaki eski daktilonun başına geçip “Mükerrem Amca, işe yaramaz bir kağıdınız var mı? Yazı yazmak istiyorum.” dediğim o okul sonrası ailemi bekleme seansları da hep bir tekrardan ibaretti. Mükerrem Amca her seferinde kâğıdı usulca daktiloya yerleştirip “artık senin işine yarayan bir kâğıt oldu” diyerek gülümserdi. Rutinleri severim. Bin devirle çalışan bir makine kazanı gibi sürekli düşüncelerin aktığı zihnimi kontrol altında tutmak için yaptığım rutin ise yazı yazmak. Belki varoluşuma atfettiğim kuvvetli önemi arkeolojik bir kalıntıya dönüştürme çabası. Bazen bunu sıklıkla bu yüzden yaptığımı düşünüyorum.

Oysa zihnimdeki dağınık hikayeleri, olayları ve üzerine saatlerce okuyup düşünmekten zevk aldığım fikirleri asla bir bütün haline getiremedim. Çok ilginçtir bir gün yazdıklarımdan anlamlı bir sonuç çıkacağına dair inancı çevremdeki çoğu insan hala kaybetmedi. Oysa ben her yazma eylemine “bu daktilo da beceremezse, siktir et, bu iş olmaz” diyerek başlayıp yazdığım her şeyi raftaki defter yığınlarının içine sıkıştırarak bitiriyorum.

Bilginin zaten içimizde var olduğuna dair felsefik inancın aksine bu konuda Johne Locke’un öne sürdüğü gibi “tabula rasa” fikrine hep biraz daha yakın olmuşumdur. Bu yüzden boş bir levha olarak doğan bu zihni doldurmanın insanın kendine olan saygısını korumak olarak düşündüm bunca zaman. Fakat geldiğim noktada şahsi tabula rasam bir eskiz defterine döndü ve orada her şeyden birazın olduğu bir karmaşa var. Anılar, travmalar, nedensellikler ve sonuçlar, belki kişisel bilgelik, çoğu zaman anlamsız veriler ve günlük yaşamın telaşı. Tabula rasam çok dolu ve bazen bana bir yük gibi geliyor.

Sanırım bir ay kadar önce bu zihindeki karmaşayı biraz da alkolün verdiği etkiyle karşımda beni hiç tanımayan bir insana “gereksiz düzeyde” fazla olarak aktardım. Konuşmak, anlaşılmak ve dinlenilmek gibi gayet insanı bir ihtiyaç karşımdaki insanı güldürebilmenin verdiği hazla birleşince biraz garip bir hal aldı. Kaçırdığım noktaları anlayabilmek için üzerine bir ay kadar düşünmem gerekti ama olsun.

“Ama olsun” noktasına ise bugün aldığım bir telefonla geldim. Gerçekten çok zor bir gün geçirmiştim ve duygusal olarak yıpranmıştım. Telefonun ardındaki ses “bu kâinat için çoğu şeye çok fazla olan canım arkadaşım seni özledim ve sesini duymak için aradım” deyip güldü. İşte o an ne kadar saçma, sarkastik ve zihni çoğu zaman karmaşayla çalışan bir insan olsan da orada seni olduğun gibi kabul eden birileri var dedi zihnim. Telefonun ardındaki sesin varlığına şükrettim. Beni neden sevdiğini bile anlamadığım insanların beni gerçekten çok sevdiğini anladığımdaki o benzer his geldi. Birileri orada senin için varken, diğerleri yürüdüğün yolda sadece yanından geçiyordu. Yanlış olan öylece yürüyüp geçen birine biraz daha oturmaz mısın ısrarı yapmak gibiydi.

Bu kez de bu daktilo anlamlı bir sonuç çıkaramadı fakat kişisel arkeolojik kalıntı merkezimde bir an daha oluştu. Her şeyin anlamsızlaştığı o gün geldiğinde David Hume ve John Locke’un gülümseyerek alay edebileceği bir arkeolojik kalıntı daha.

Bomonti /Ocak 2025